525.Az

Rüya gibi üç gün


 

Rüya gibi üç gün<b style="color:red"></b>

 Seyahat Yazısı

-1-
BAKÜ’DE AKŞAM YEMEĞİ
 İlk gençlik yıllarımdan bu yana Türkiye dışındaki coğrafyalarda yaşayan Türkler ilgi alanımın içinde olmuştur. Balkanlar’da, Orta Asya’da, Kafkaslar’da, İran’da, Irak’ta, Sovyet topraklarında kardeşlerimizin yaşadığını biliyor, onlardan aldığımız haberlerle seviniyor veya üzülüyordum. Onların bağımsızlıklarına kavuşmalarını ve her konuda el ele vererek Turan’ı oluşturmalarını arzuluyordum.Kardeşlerimize karşı duyduğum özlem dolu hislerle pek çok yazı ve şiir de üretmiştim. 1976 yılında yayımlanan çocuklar için yazdığım “Türk İlleri Gezisi” adlı kitabımda yer alan bir dörtlükte Azerbaycan’ı şöyle anlatmıştım:

 Sabrediyor Türkiye
Sabrediyor bu can;
Kurtulacaksın bir gün
Yurdum, can Azerbaycan!

Yine 1970’li yıllarda yazdığım Türk dünyasını anlatan hoyratlar içinden bir tanesiAzerbaycan ile ilgiliydi.

Candır,
Türk’e toprağı dosttur,
Arkadaş, kardeş, candır.
Burnuma tüten Kafkas,
Güney Azerbaycan’dır.

Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazanmasının hemen öncesinde, 20 Ocak 1990’da Bakü’lücevanların (yiğitlerin) Rus tankları altında ezilmeleri karşısında, 25 Ocak 1991 tarihinde yazdığım ve o günlerde Denizli Türk Ocağı’nın tertiplediği Azerbaycan gecesinde bir gencimize okuttuğum şiirin ilk bölümünde –kardeşlerimin feryatlarını ta yüreğimde duymanın acısıyla- şöyle haykırmıştım:

Gorbaçov! “Barış, dostluk” sözlerin hep yalanmış;
Yüzünde vahşetini gizleyen maske varmış.
İnsanlık anlayışın bir Ermeni kadarmış.
Senin de farkın yokmuş Stalin’den, Lenin’den;
Türk’ün kanı damlıyor, zalim, senin elinden.

2012 Yılının Eylül ayının ilk günleriydi. Üyesi olduğum Avrasya Yazarlar Birliğinin Başkanı Yakup Ömeroğlu beni telefonla arayacak ve şu teklifi yapacaktı:
-Azerbaycan’ın ünlü yazarı Mirza FetaliAhundzade doğumunun 200. Yılında programlarla anılacak. O programlara derneğimizi temsilen katılmak ister misin?
Hiç istemez olur muydum?... Azerbaycan, Türk dünyası diye yanıp tutuşan bu garip için bu teklif bir piyango idi. İlk defa bir Türk yurdunu ve orada yaşayan kardeşlerimi görecektim. Biletimi aldım. 21 Eylül sabahı uçakla Denizli’den İstanbul’a uçtum; orada programa birlikte katılacağımız Yazar İmdat AVŞAR ile buluştum. Sonra yine uçağa binerek Karadeniz üzerinde yol almaya başladık. Ver elini Azerbaycan, ver elini Bakü...
İmdat AVŞAR, Azerbaycan’a daha önce defalarca gitmiş ve pek çok edebi toplantıya katılmıştı. Azerbaycan Türklerinin konuştuğu ağzı / şiveyi en iyi bilenlerden biriydi; Iğdır’da görev yapmış ve Azerbaycan Türkçesini çok iyi öğrenmişti. Azerbaycan edebiyatından birkaç eseri ülkemizde Bengü Yayımcılık tarafından kitaplaştırılmıştı. İmdat AVŞAR, bir programla anılacak olan AHUNDZADE’nin tiyatro eserlerini de Türkiye Türkçesiyle yayımlama hazırlığı yapıyordu, bu eser de aynı yayınevi tarafından kitaplaştırılacaktı.
Uçağımız Azerbaycan üzerine ulaştığında hava kararmak üzereydi. Hazar’ı, Bakü’yü heyecanla, doyumsuz bakışlarla seyrediyordum. Havaalanından bizi şair ve yazarlar Reşad MECİD ile Ejder OL karşıladılar. Ben daha önce Ejder OL’un “Komutanın Maymunu” adlı hikâye kitabını okumuştum. ReşadMecid, 525. Gazetenin Genel Yayın Müdürü ve Azerbaycan Yazarlar Birliğinin Gençlik Masası Başkanıydı. Ejder OL da Sanayi ve Ticaret Bakan Yardımcısıydı.
Sevincim ve heyecanım doruk noktaya çıkmıştı. Türk Milleti sevdalısı bu garip, bir Türk yurdu olan Azerbaycan’a ayak basmış ve Azerbaycan Türkleri kardeşleri tarafından karşılanmıştı. Eğildim, toprağı öptüm, öptüm... Bu sahne karşısında bizi karşılayan kardeşlerimiz de duygulanmışlardı. Reşad MECİD; “Bazı kardeşlerimizin toprağımızı öptüğünü işitmiştik, ilk defa şahit olduk.” diyordu. Daha sonra bizleri tanıttıkları kardeşlerimize, benim toprağı öptüğümü duygulanarak anlatacaklardı.

 
Bakü’de akşam yemeği. Soldan sağa: Reşad MECİD, Hasan KALLİMCİ,
Zahir SALAH, Ejder OL ve İmdat AVŞAR

Onlar İmdat Avşar’ı, İmdat Bey de onları tanıyordu. Samimiyetleri görülmeye değerdi. İmdat Bey onlarla Azerbaycan Türkçesi ile danışıyor (konuşuyor) ben de onları gülümseyerek seyrediyor, dinliyor ve en az bir Anadolu Türk’ünün konuşmasını anladığım kadar anlıyordum. İmdat Avşar, toplantıda ve televizyonlara yaptığıkonuşmalarda da hep Azerbaycan Türkçesi ile hitap edecekti.Onları dinlerken, Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazandığının ertesinde bu ülkeye giden bir gazetecinin halkın konuşmalarını dinleyince; “Türkçeyi nerede öğrendiniz?” diye sorduğunu yazmıştı gazeteler. Şoför Zahir SALAH’ın kullandığı otomobil bizi bir lokantaya götürürken ben Bakü’nün caddelerini, binalarını, araçlarını, Azerbaycan Türkleri kardeşlerimizi seyrediyor; Azerbaycan’ı görmeme nasip eden Allah’ıma şükürler ediyordum. Yemekte de çoğu zaman dinleyen ve seyreden durumunda kaldım. Yanımda götürdüğüm kitaplarımdan bazılarını bu kardeşlerime imzaladım. Ertesi gün erkendenyola çıkacak, Şeki’de kalacağımız iki gün içinde AHUNDZADE ile ilgili programlara katılacaktık.

KAFKAS SIRADAĞLARININ DİBİNDE
Bakü’deki Alp-inn Otelindeki odamıza çekildiğimizde, sabah çok erken yola çıkacağımız için erkenden yatmamız ve uykuya da kanmamız gerekiyordu. Bir koca gün süren yolculuğun yorgunluğuna rağmen uyumak ne mümkün! Bilhassa bende sevinç ve heyecan olabildiğince idi. Gözlerimi yumduğumda vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Azerbaycansaatıyla 04.00’te uyanıp hazırlandığımızda Ejder OL, otele gelmiş olduğunu telefonla haber verdi. Ejder OL’un özel otomobiliyle üç yüz kilometrelik ve saatler sürecek bir yolculuğa başladık. Bakü’den çıktığımızda gecenin koyu karanlığını yaşıyor, geçtiğimiz coğrafyada ne var ne yok seçemiyordum. Bir gidiş ve bir gelişten ibaret, asfalt bir karayolunda yol alıyorduk. Ortalık ağarmaya başladığında yemyeşil bir coğrafya ile gözlerim kamaştı. İmdat AVŞAR, “Kafkas sıradağları bu araziyi bağrından çıkan sularıyla besliyor.” bilgisini verdi. Şeki’ye vardığımızda program başlamış olacaktı, orada kahvaltı yapma fırsatı bulamayacaktık; bu sebeple yol üzerindeki bir kır lokantasında yağda yumurta ile midemizin sesini susturduk. Bir ovanın bitimindeki bir yamaca inşa edilmiş bu lokantadan seyrettiğim manzara görülmeye değerdi.

Lokantanın taş örgülü çeşmesinde yaklaşık üç metre boyunda, Azerbaycan kadınını temsil ettiğini sandığım bir kadın heykeli vardı. Heykel, boyu ve endamıyla tamamdı ancak kıyafetiyle bizim değildi.Hiç olmazsa “Aşevi” levhasını görmek isterken yine “Restoran” kelimesi ile karşılaşmış olmamı, buraların turistik bölge olmasına bağladım.Sabah saatlerinde, geçtiğimiz köylerde, gruplar hâlinde okullarına giden çocukları gördük. Demek ki Cumartesi günleri Azerbaycan’da resmi tatil değildi. Yine yol üzerinde sığırtmaçların idaresinde otlatılmaya / güdülmeye götürülen sığır sürülerine defalarca yol verdik. Çocukluğumda, doğup büyüdüğüm Sarayköy ilçesinde, gezek tabir ettiğimiz sürülerin hayvanların sahipleri tarafından sabah saatlerinde getirilişini ve akşam saatlerinde yine sahipleri tarafından karşılanışını, komşumuz sığırtmaç Salih amca merhumu hatırladım.

Azerbaycan’ın eşsiz güzellikteki manzaralarını seyrederek Kayırdalan, Maraza, Şamahı, İsmayili, Gabala ve Oğuz illerini geçerek Şeki’ye ulaştık. Bu yerlerde en kalabalık şehrin Şamahı olduğu bilgisini verdiler. Hafif eğimli bir düzlükteydi Şeki, 180.000 nüfusa sahipti. Karşıda Kafkas Dağları, onun arkası Rusya’nın özerk bölgesi Dağıstan idi. Şeyh Şamil’i ve onun şanlı mücadelesini, Mohaçkale’yi fethetmek için savaşmış şehit ve gazilerimizi, Denizli’nin Sarayköy ilçesinin Hasköy köyünden olup Mohaçkale önlerinde 1918 Kasımında şehit düşen hemşehrimAbdurrahman oğlu Mustafa’yı rahmetle hatırladım. Kaf Dağını aşarak Dağıstan’ı, Karaçay Türklerinin yaşadığı coğrafyayı ve oralardaki kardeşlerimizi görmeyi şiddetle arzulasam da şimdilik mümkün değildi. Bir gün belki oraları da görmek nasip olurdu, belki...

 
Şeki’nin bir bölümünün görünüşü, arkasında Kafkas dağları; onun arkası da Dağıstan...

Şeki’ye vardığımızda iki gün sürecek Mirza Fetali AHUNDZADE’yi anma programı başlamak üzereydi; aynı zamanda Şeki şehrinin kuruluşunun 2700. yıldönümü de kutlanacaktı.Bizi yazarın yaşadığı ve bir müzeye çevrilmiş olan evine götürdüler. İlkin müze evin açılışı yapılacaktı. Oradan şehrin görünüşü daha bir başkaydı. Hem kendim için hem de Türkiye’de eşime dostuma göstermek için birkaç görüntüyü kaydettim.

Şeki, bin yedi yüz yıllık tarihi bir şehir. Eşsiz doğası beni hayran bırakmıştı. İpek dokumaları, “Şeki Baklavası” diye de bilinen helvası, tarihi yapıları, kır lokantaları, müzeleri ve alışveriş yerlerine çevrilmiş tarihi kervansarayları ile meşhur olduğunu da yaşayarak öğrenecektim.Bu arada şunu belirtmek isterim: Şeki’de kaldığım süre boyunca bu turistik şehri tanıtacak bir broşür dağıtırlar mı diye bekledim. Bu önemli bir eksiliktir. Azerbaycan Türkçesi ve İngilizce ile hazırlanacak bir tanıtım broşürünün hazırlanması gerekir.
Bu ilk günümde gördüm ki Haydar Aliyev, Azerbaycan’ın Atatürk’üdür. Yollarda, şehrin meydan ve caddelerinde; milletini birliğe, çalışmaya, kalkınmaya yönlendiren sözlerinin ve resmimin yer aldığı levhalar göze çarpıyordu.

ŞEKİ VE AHUNDZADE
Yazar Mirza Fetali AHUNDZADE, 1812 yılında doğmuş bir Azerbaycan Türk’ü. Tiyatro eserleri yazarı ve nesirde Azerbaycan edebiyatının kurucusu olarak biliniyor. Evinin bulunduğu sokağın girişine onun adına bir çeşme yapılmış; yazılarında kullandığı mahlâs olan “Sabu” hem Kril hem Latin harfleriyle yazılmıştı.

 

AHUNDZADE’nin yaşadığı ev restore edilerek müze hâline getirilmiş; kilim, döşek, yastık, çanak, ayna gibi o dönem kullanılan eşyalarla donatılmış. Odanın duvarlarını tavana yakın yükseklikte dolanan çanaklık ve oraya sıralanan kap kacak, eşyalarıyla tam bir Anadolu Türk evi. Hemen yanına ihtiyaç duyularak bir müze-bina daha yapılmış yazara ait belgeler, kitaplar, fotoğraflar, yazı takımı burada sergilenmiş. Bahçeye yazarın bir büstünü dikmişler.

 

Şeki Valisi, milletvekilleri, Şekililer ve davetliler burada yapılan konuşmaları dinledik; müze evlerin açılışı yapıldı, gezip gördük. Azerbaycan Türk’ü bir ressam, kendi eseri Ahundzade’nin tablosunu Vali Bey’e hediye etti.

Azerbaycan televizyonu, yazar İmdat AVŞAR ile AHUNDZADE konulu bir söyleşinin çekimini yaptı. Buradan araçlarla şehrin diğer ucundaki, yazar anısına yeni yapılmış olan AHUNDZADE Parkına gittik; yazarın büyük bir heykelini dikmişlerdi ve pek güzel düzenlenmişti. Bu parkın da açılışı yapıldı.

 

Burada, Vali Bey, milletvekilleri, Yazar İmdat AVŞAR da konuşma yaptılar. Öğrencilerden oluşan bir orkestra konser verdi, icra ettikleri diğer eserlerle birlikte Karabağ Şikestesi ilgiyle dinlendi. Ahundzade’nin ve diğer yazarların kitapları sergilendi. Türk dünyasından gelen bazı sanatçılar gösteriler yaptılar.

 
AHUNDZADE Parkındaki törende...

Akşam saatlerinde Yazlık Tiyatro Salonuna götürüldük. Tiyatro, hemen yanında bulunan tarihi surların dibine, tarihi görüntüyü bozmayacak şekilde yapılmıştı. Ancak, kışları daha uzun ve şiddetli geçen bu şehirde sayılı yaz günlerinde kullanılmak üzere yazlık tiyatro yapılması bana anlamsız geldi. Kendileri bile anma programının yaşandığı Eylülün son günlerinin sıcak geçmesi, kutlamaların rahatlıkla yapılabilmesinin için bir şans olduğunu belirtmişlerdi.

 
Yazlık tiyatroda İmdat AVŞAR ve Ejder OL ile birlikte.

Burada AHUNDZADE konulu bir sempozyum gerçekleştirildi. Sempozyumu bir milletvekili idare etti. Müze evlerin ve parkın açılışında konuşmalarıyla öne çıkan Vali bey ve milletvekillerinin sempozyum gibi bilimsel bir programda (Azerbaycan’da programa tedbir deniyor) da öne çıkmasını; sempozyumu bir milletvekilinin idare etmesini, bildirilerin ve onu sunanların vakitleri kısıtlanarak hatta iki tanesinin okutulmamasını sanata, edebiyata, kültüre önem veren Azerbaycan için yadırgadım. Yadırgadığım diğer husus da programa davet edilen yazarlara bu sempozyumda tebliğ verdirilmemesi idi. Hem uluslararası sempozyum tertiplenecek hem Türkiye’den yazarlar davet edilecek sonra da o yazarlardan bir konuşma istenmeyecekti… Sanırım böyle bir organizeyi ilk defa gerçekleştiriyorlardı. Tecrübe sahibi oldukça bu tür eksiklikleri giderirlerdi.

 
Sempozyumun  yöneticisi sayın milletvekili açılış konuşmasını yapıyor.

Sempozyum sonrasında bir orkestra konser verdi. Diğer eserlerin yanı sıra Karabağ Şikestesini yine hüzünlenerek dinledik. Solistler dinleyenlere Azerbaycan mahnıları (şarkıları) söylediler. Akşam olmuştu.Şeki’nin Cennet Bağı, Narin Kale adları verilmiş kır lokantalarının bulşunduğu tabiat harikası bir yere götürüldük. Burada akşam yemeğini yedikten sonra Olimpiyat oteline gittik. Şeki gibi turistik bir şehirde olması gereken bir tesis idi bu otel. Geniş bir araziye, ikişer katlı binalar serpiştirilmişti. Her bina, alt katta iki, üst katta da iki daireden ibaretti. Her dairede iki oda mevcuttu; bu iki odada kalan kişiler aynı tuvalet ve banyoyu kullanacaklardı. Aileler için bu durum normal görünse de iki yabancı kişinin aynı banyo ve tuvaleti kullanacak olması -bir otel için- yadırganacak bir durumdu.

KİŞ KÖYÜNDE TOY

Şekili şair-yazarlar, ikisi de edebiyat öğretmeni olan Vaqif ARSLAN ile Ramiz ORSER, bu güzel şehrimize adım attığımız andan itibaren bizi hiç yalnız bırakmamışlardı. Programlar boyunca, yemeklerde ve çay sohbetlerinde hep birlikteydik. Ramiz Bey, iki oğlundan birinin adının Orhan, diğerinin Serhan olduğu bilgisini verdi. Oğullarının adlarının ilk hecelerini birleştirerek kendine soy ad olarak almıştı. Çocuklarına Türkçe adlar koymayı önemsediklerini söylüyorlardı. Ejder Bey de torununun adının Turgut olduğunu söylemiş, çocuklarının evde Türkiye televizyon kanallarını seyrettiklerini ve televizyondan öğrendikleriyle Türkiye Türkçesi ile danıştıklarını (konuştuklarını) anlatmıştı.
 
Şeki’li şair dostlar Ramiz ORSER ve Vagif ASLAN
ile birlikte kır lokantasında.

22 Eylül Cumartesi günü, Ahundzade parkındaki programdan sonra Yazlık Tiyatroda akşam saatlerinde yapılacak sempozyuma kadar uzunca bir süre vardı. Vagif ASLAN, bu süreyi kendi kenti (köyü) olan Kiş’te geçirmemizi istedi. Orada akrabası RövşanRESULOĞLU’nun kızının nişan toruna da davet etti; davete icabet ettik.

 
Kiş köyünde bir sokak.

Şeki’nin bir mahallesi durumunda olan Kiş, hafif eğimli bir yamaçta kurulmuştu ve sokakları çay taşları ile döşeli yeşil bir köy idi. Kiş’i gezerken o kadar benziyordu ki Buldan ilçesinin Kestane Deresi taraflarında bulunduğumu sandım bir ara.  Vagif Bey, bizi önce evine götürdü. Tandırı, bahçesi, domates ve biber tarhları, ekmek evleri ile tipik bir Anadolu evi görünüşündeydi. Zengin kitaplığından ciltli bir kitap çıkardı. Servantes’in 1800’lü yıllarda yayımlanmış, DONKİŞOT adlı Fransızca eserin orijinal nüshasıydı. Önsözünden birkaç satırı okuyup bize tercüme etti. “Servantes’in beş yüz Türk öldüren bir kahraman olduğu” yazılıydı. “Avrupa’nın Türk düşmanlığı hiç bitmeyecek..” diye söylendik.

Vagif Bey, bana, İmdat Avşar’a ve Ejder OL Bey’e dört ciltte topladığı nesir ve şiirlerinden oluşan “SEÇİLMİŞ ESERLERİ” adlı eserlerini imzalayıp verdi. Ramiz ORSER, “Yaxşılıq Etmekten Doymayan Adam” adlı eserini verdi. Azerbaycan’daki kitap tirajını merak ediyordum. Ramiz Bey’e, “Kaç kitap basıldı?” diye sordum. “Özüm bastırdım, 750 tane; satışını da özüm yapıyorum.” dedi. Ejder Bey de “Önceleri telif ücreti çok iyi idi, şimdi değil.” bilgisini verdi. Bu yazıyı yazarken “Kar yağacak” adlı hikâye kitabında baktım, 500 adet;. Vagif ASLAN’ın “Seçilmiş Eserleri”nin 1. Cildi 200, diğer ciltleri 500’er adet basılmıştı. Kitap baskı sayısı ve telif konusunda onlar da bize benzemişlerdi. Sanat ve edebiyatın geleceği açısından bu gidişat Azerbaycan için hiç de iyi değildi. Ben de onlara, birkaç kitabımı hediye ettim. Kitaplığım, Azerbaycan Türkçesi ile yazılmış ve yazarları tarafından imzalanmış kitaplara kavuşacaktı.

Oradan nişan töreninin yapıldığı eve gittik. Davetliler ellerinde hediyelerle toy evine geliyorlardı. Toy, evin bahçesinde yapılıyordu. Bir tarafa çalgı ekibi için üstü naylon örtülü, çiçeklerle süslü ve “Xoşgelmisiniz” yazılı bir çardak yapılmıştı. Küçük orkestra, Kiziroğlu’nu icra ediyordu. Kadınlar evin içinde ağırlanıyor, erkekler için bahçede masalar kurulmuştu; yiyip içiliyordu. Bize de yemek ikram ettiler. Ejder Bey, İmdat Bey ile beni de davet ederek birer konuşma yapma fırsatı verdiler. Ben “Yıllardır hasretini çektiğim Azerbaycan Türkleri kardeşlerimle birlikte olmanın sevincini yaşadığımı” söyleyip gençlere mutluluklar diledim. Azerbaycanlı şair dostlarımız oyuna davet ettiler.

 
Davet edildiğimiz toyda Vagif ASLAN, Ejder OL ve
Ramiz ORSER oynarlarken

Toydan, Kiş köyü içindeki tarihi bir yapıyı görmek üzere ayrıldık. Giriş ücretliydi. Bahçesi düzenli ve bakımlı bir bina idi. Vagif Bey, binanın; “bir Türk yapısı olduğunu, çok önceleri ateşperestler tarafından tapınak olarak kullanıldığı, sonraları Hıristiyanlar tarafından kiliseye çevrildiği” bilgisini verdi. Bina giriş kapısının hemen önünde ve içinde azizlerin kemiklerinin bulunduğu kuyular vardı; kemikler açıktaydı ve görülüyordu.

 
Kiş köyünde tarihi bir eser; kubbesi sekiz köşeli bir Türk yapısı

Şeki ve Bakü’de bulunduğum üç gün içinde defalarca çay ikramı ile karşılaştık. Her defasında önümüze demlikle getirilen çayın yanında bir tabağın içinde reçel de bulunuyordu. Çay, gayet açık demleniyor; masada şeker de bulunmasına ve çaya şeker de koymalarına rağmen yanında mutlaka reçel de yiyorlardı. Ben reçel ikramından da aldım ancak çayı şekersiz içmeyi tercih ettim. Bu çay sohbetlerinden birinde şairler Vagif ASLAN ile Ejder OL, şiirlerini karşılıklı okudular. Benim için kaçırılmaz bir fırsattı; üç-dört bölüm şeklinde fotoğraf makinemin videosuna kaydettim. Bu şiirli sohbetler, söz sanatının en (uca) yüksek olduğu Azerbaycan’dan ülkeme götürebileceğim en anlamlı hediyelerden birkaçı olacaktı.

HANSARAY VE DİĞER TARİHİ MEKÂNLAR
23 Eylül 2012 tarihindeki programlar Şeki’nin tarihi binası HANSARAY’ın bahçesinde gerçekleşti. Bahçeye davetliler için masa ve sandalyeler yerleştirilmiş, binanın önü de sahne olarak hazırlanmıştı. Hava yine sıcaktı, hatta masasına güneş ışığı gelen Vali Bey ve yanındakiler. yerini değiştirmek durumunda kaldı. Hansaray, Rusların tahribatından kurtulabilen ve ayakta kalan Türk mimarisinin eşsiz eserlerinden biri. Adından da anlaşılacağı gibi yüzyıllarca önce han konağı, yani devlet başkanının evi idi. İyi korunmuş ve çok iyi bakılıyor. İki katlı bu binanın dış cephesi kadar içi de süslemelerle dolu. Odalar, salonlar, tavanlar her yer desenler, nakışlar, tablolarla dolu. Süslenmemiş bir santim yer yok. Her odada ısınmayı sağlayan ocaklar mevcut.

 
Hansaray’ın ön cephesinden görünüşü.

Hansaray’ın önünde, bir program gerçekleştirildi. Yine konuşmalar yapıldı. Kazakistan orkestrası ve Kazak Türkleri sanatçılar ve dansçılar eserlerini sundular. Başkurt Türkleri sanatçılar da şarkıları ve danslarıyla alkış aldılar. Konya Meram Belediyesi Kaşık Oyunları Ekibi de oyunlarını sergiledi; oyuncuların coşkun dansları sonucu, ellerinde kaşıkların neredeyse hepsi kırıldı. Meram Belediye Başkanı genç biri idi. Ona hoş geldiniz diyerek kendimi ve Yazar İmdat Avşar’ı tanıttım. İki Anadolu Türk’ü olarak Azerbaycan’da, aynı programda karşılaşmanın sevinci gözlerimizden okunuyordu.

 
Hansaray’da bir odada ocak ve süslemeler.

Dostlarımızla yaptığımız sohbetlerde öğreniyorduk ki; Çanakkale Savaşlarında Şeki’li kardeşlerimiz eli kolu bağlı durmamışlar. Beş yüz atlı birlik hazırlayıp Çanakkale’ye göndererek vatan müdafaasında bizleri desteklemişler. Türk topraklarının korunması uğruna şehit düşmüşler, gazi olmuşlar.

 
Şeki’nin tarihi kalesinin surları korunuyor. İçinde görünen bina,
çocuk kütüphanesi olarak kullanılıyor.

Buradaki program öncesinde, Hansaray’ın dış görünüşün fotoğrafını çekmiş, içinin süslemelerini de görüntüleri resim ve video şeklinde kaydetmiştim. Kazak Türkleri solistlerin ve Başkurt sanatçılarının fotoğraflarını çekemedim. Çünkü video çekimleri, fotoğraf makinamın hafıza kartını doldurmuştu. Üzüldüm ama o an yapabileceğim bir şey yoktu.
Azerbaycan’da, bir yazar, doğum gününün 200.yılında Uluslararası bir toplantıyla anılıyor; bu toplantıya Türkiye’den yazarlarla birlikte bir folklor ekip katılıyor; Kazakistan Kazak Türkleri ve Rusya’nın özerk cumhuriyetlerinden Başkurt Türkleri orkestra ve sanatçıları ile davet ediliyordu. Bugünkü program; dünya üzerinde dört ayrı coğrafyada yaşayan Türklerin el ele vermesi demekti; Türk Birliğinin kurulması yolunda önemli bir adımdı; ben de bu yüzden çok ama çok sevinçliydim. Yola çıkmadan önce Ejder OL Bey de bana son yayımlanan şiir kitabı YAŞA’yı imzalayıp verdi. Kitaplığım, kardeşlerimden birinin kitabına daha kavuşacaktı.

BAKÜ VE AYRILIK
Hansaray önündeki programdan sonra kır lokantalarından birinde öğle yemeğimizi yedik ve vedalaştık. Şair Ejder OL’un özel arabasıyla Bakü yoluna düştük.Kardeşlerimizin hediyesi olan ipek şalları ve Şeki helvasını da eşyalarımızın arasına koymuştuk; geldiğimiz yoldan gidiyorduk. Akşamüzeriydi. Fındık bahçeleri ve meyve ağaçları ile dolu bahçeleri seyrederek yol aldık. Ben belki bir daha görme imkânı bulmayacağım kardeş yurdunun yeşil ve verimli topraklarına bakıyor, bakıyordum. Yol kenarlarına aralıklarla baraka şeklinde yapılmış olan kasap dükkânları dikkatimi çekti. Günlük kuzu kesimi yapıyor ve gelip geçenlere satıyorlarmış. Ağaçlarının diplerine güneş ışığı düşmeyecek sıklıkta bir ormanlık alanda işletilen bir çay bahçesinde mola vererek yine açık çayları içtikten sonra tekrar yola koyulduk. Bakü’ye vardığımızda akşam olmuştu. Ejder bey bizi Alpinn oteline bıraktı, vedalaştı. Otel görevlileri bizi tanımışlardı; “Geldiniz mi?” diyerek karşıladılar. Bekleme salonundaki televizyonda Türkiye televizyonlarından biri seyrediliyordu. Odalarımıza çekildik.

 
525.Gazet’in 525 Kitap serisinde yayımladığı eserlerden bazıları

Ertesi gün bizi saat on bir civarında 525. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni ReşadMecid Bey aldı. Saat onsekizde hava alanında olmam gerekiyordu, bu sebeple bu coğrafyada sayılı saatlerim kalmıştı. İmdat Bey bir başka programa iştirak etmek için Bakü’de kalacaktı. Bana, nereleri görmek istediğimi sordular. “Hazar denizi kenarında çay içmek dışında bir isteğimin olmadığını” söyledim. Fuzuli ve Nizami adına tertiplenmiş parkları gezdik. Hazar Denizi kenarındaki tarihi bir eser olan Kızkalesi dibindeki bahçede, karpuz kabuğunun iç kısmından yapılan karpuz reçelinin eşliğinde çay içtik. O mekânda kalabalık bir turist grubu tarihi yapıları geziyorlardı.Reşad Bey’in işaretiyle bir gazeteci haber olarak değerlendirmek üzere biz Türkiye’den konuk yazarların fotoğrafımızı çekti. Hazar Denizi kenarına vardığımızda Yazar Elçin Hüseynbeylide bize bir süre katıldı. Hazar Denizini seyrederek oradaki bir çay bahçesinde de çaylarımızı içtik. Hediyelik ürünlerin satıldığı bir iş dükkândan Bakü tabloları satın aldım. Reşad Bey, Azerbaycan Bayrağı hediye etti. Bir Manat’ın Türk lirasının iki katına eşit, dolardan değerli ve avroya da eşit olduğunu öğrendiğimde sevindim. Henüz yirmi bir yıllık devlet olan Kardeş Azerbaycan’ın parasının dünyanın diğer ülkelerindeki döviz bürolarında en değerli paralar arasında işlem görmesi gurur veriyordu.
Bu arada keyfimi kaçıran tek şey, ayakkabı bağcıklarının iki dakikada bir çözülmesi olmuştu. Bağlamadan gezmek ayıp oluyor, sık sık bağlamak da beni meşgul ediyordu. O kadar çok ayakkabı bağlamakla o kadar sık meşgul oldum ki… Siz siz olun, seyahata çıkarken bir defa bağladığınızda çözülmeyecek bağcıkları olan veya bağcıksız ayakkabılar giyin.
O bölgedeki bir lokantada çorbalarımızı içerken genç yazar ve akademisyen Pervin Alemdarkızıda soframıza konuk oldu.Azerbaycan Yazıçılar Birliğine gittik. Reşad Mecid Bey, bizi orada görevli olduğu Gençlik Masası odasında ağırladı. Dernek, bütün yazar ve şairleri bünyesinde toplamıştı, arı kovanı gibi işliyordu. Bazı şair ve yazarlarla tanıştık. İmdat Avşar Bey’i hemen hemen hepsi tanıyordu, Azerbaycan Türklerinden biri gibiydi. Besti Elibeyli, “Salam (Selam) Senin Minbir(Binbir) Adından Biri” adlı şiir kitabını imzaladı.

Bakü gördüğüm kadarıyla temiz, bakımlı bir şehirdi. Sanatçılara büyük önem veriyor, adlarına parklar düzenliyor, parkları onların heykelleriyle süslüyorlardı. Geçtiğimiz caddeler üzerindeki bazı binaların duvarlarına sanatçıları resimleri ve doğum ölüm tarihleriyle tanıtan tablo şeklinde levhalar asmışlardı. “Filan şair, burada yaşamıştır.” veya “Filan yazar burada işlemiştir (çalışmıştır.)” şeklinde yazılar okunuyordu.

 
Reşad Mecid’in şiir sanatının anlatıldığı kitap.

Daha sonra ReşadMecid Bey’in Genel Yayın Müdürlüğünü yaptığı 525. Gazete’nin binasına gittik. Reşad Bey, “Gazetesinin edebiyatla ilgili yazılara en çok yer veren bir gazete olduğunu, Edebiyatçılardan 525 Kitap başlığı altında gazete ekinde kitaplar yayımladıkları” bilgisini verdi. O kitaplardan bazılarını hediye etti. Kendi şiir sanatının anlatıldığı “İlk Lirikanın Cazibesi” adlı eseri bir akademisyen olan oğluma imzaladı; Pervin Alemdarkızı’nın ilk hikâye kitabı olan “Kar Yağacak” adlı eseri verdi. 525. Gazete’nin muhabirlerinden Sevinç Mürvetkızı benimle bir söyleşi yaptı; Azerbaycanla ilgili duygu ve düşüncelerimi onunla paylaştım.Bu söyleşi, gazetenin 27 Eylül 2012 tarihli nüshasında yayımlanacaktı.
Bakü’de parklarda ve Hazar denizi kenarında çekildiğimiz fotoğraflar, -benim makinenin hafıza kartı dolu olduğu için- dostların makinelerinde kaldı. O sebeple bu yazımda, Bakü ile ilgili fotoğrafları sizlerle paylaşamadım.
Saatler geçmiş, ayrılık vakti gelmişti. Dostlarla vedalaştım. Gazetenin şoförü Zakir Bey beni havaalanına götürüp uğurladı. Üç gün süren Azerbaycan rüyası sona eriyordu. Bir akşamüzeri geldiğim Bakü’den, yine bir akşamüzeri ayrılıyordum. Karadeniz üzerinde İstanbul’a doğru yol alırken ben Karadeniz sahil şeridindeki şehir ve ilçelerin ışıklarını seyrediyor ve seyahatimle ilgili notlar alıyordum.
-SON- 


 

 





03.01.2013    çap et  çap et